1D – Macera Filmindeki Oyuncu

Anne ve baba bu ‘yeni hayat’ filminde yapımcı ve yönetmen olunca tabiki gerçek hayatın sundugu engeller ve psikolojik etkileri beni ilgilendirmiyordu. Bana düsen, bu macera filmindeki çocuk rolünü en iyi şekilde oynamak kalıyordu. Dolayısıyle, kişiliksiz hostel ortamında yemekhaneye gidip sıraya girerek bilimum tanımadğımız insanlarla beraber yemeğe oturmak bana hiç de toplama kampı hissi vermek zorunda değildi; gecenin bir vakiti tuvaletim geldiğinde yönetmeni uyandırıp beni umumi tuvaletlerin kapısına kadar götürmesini istiyebiliyordum. Bu alem artık benim film setimdi.

Çok zaman geçmeden Babamı alıp BHP’nin kapısına teslim ettiler. Bizim yönetmen artık ikinci bir iş bulmuştu kendine – demir çelik fabrikası çalısanı. Film icabı bende okula başlamıştım. ‘Film icabı’ diyorum çünkü ben halen gerçek hayatın içine girememiştim. Gidiyor, geliyor ama tek kelime anlamıyordum. Benden kıdemli bir Türk kız cocuğuna emanet ettiler beni ve onunla beraber okula yürüyorduk ama okul kapısından girer girmez hatun kayıplara karışıyordu. Bende sınıfa girip süt dökmüş kendi gibi oturuyor, teneffüse çıkınca bir köşede oturup hostelden bize hazırlanıp verilen kumanyaya dalıyordum.

Kumanya, aynı Amerikan filmlerinde gördüğümüz gibi, kağıt poşetin içerisine koyulmuş bir sandviç ve meyve idi. Her sabah, sanki yaşgünümde hediyemi açarcasına, kahverengi poşeti açıp günün menüsünü incelerdim. En çok hoşuma giden kocaman sulu ve taş gibi sert elmalardı. Ama anlamadığım bir şey vardı. Bu cocuklar niçin elma ve diğer meyvaları çöpe atıyordu? Dilim ekmekle yapılan sandviçlerin iç kısmını yiyip, kabuk kısmınıda atıyorlardı. Daha düne kadar biz ekmek yere düşse alıp öpüp alınımıza koyardık içgüdüsel bir hareket olarak. Ben mümkün olduğunca atılan meyveleri topluyor eve götürüyordum. Bu ülkede okul hayatım boyunca bu durum pek değişmedi.  

Butün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, büyük uluslararası ‘fast food’ ve FMCG (fast moving consumer goods) şirketleri Avustralya’nın tüketim alışkanlıklarını daha o yıllarda şekillendirmeye başlamıştı. Bir toplumun kayda değer mutfağı olmayınca beslenmede denge beklemek çok zor. Küçük çocuklar meyveleri okula götürüyor ama orada çöpe yollayıp kantinden fabrikalarda üretilmiş abur cubur, şekerleme ve çıkolatalar alıyordu. Yedikleri sandviçlerde kutu ve paketlerden çıkan işlem görmüş etler yer alıyordu.  

Sanmayınki ben bu duruma isyan edip sisteme karşı baş kaldırdım. Resmen ikili ajan oynadım. Akşam evde sulu yemek, pilav üstü kurufasulye ve zeytinyaglılar, gündüz okulda Spam sandviç, paket çips, gazlı ve şekerli meşrubat ve orta boy karışık şekerleme. Yani memleketin tüm nimetlerinden faydalanıyordum. Bir seferinde Annem patlıcan ve biber kızartmasından sandviç yapıp koymuş çantama, nasıl saklayacağımı bilemedim. Sarmısaklı domates sosunun yaydığı koku çocukların dikkatini çekmişki sordular o nedir diye. Tabiki kırık İngilizcem ile anlatamadım ama uzattım tadsınlar diye. Düşünebiliyormusunuz, tek bildikleri haşlanmış et, havuç, bezelye olan on yaşlarında çocuklar samısak soslu kızartmayı nasıl tolere edebilir? Böyle bir lezzet çümbüşü kesinikle  tat alma organlarına aşırı doz etkisi yapabilirdi. Belliki içgüdüsel tepki olarak anladılar bunu ve ‘savaş veya uçuş’ güdüsü devreye girdi. ‘Sen ne biçim yaratıksın’ benzeri laflar ettikden sonra benden uzaklaştılar. Boyle bir hatayı yaklaşık 80li yıllara kadar tekrarlamadım. Ancak o zaman Avusturalya’lılar goçmemlerin yediklerine rağbet etmeye başlamıştı.  

Cocuk yaşlarımda geleneksel Türk mutfağını korumak pek derdim degildi tabiki. Fikret Amcanın köşe bakkalından sonra ilk defa rafları envai çeşit ‘kımıl kımıl, janjanlı’ yiyecekler dolu supermarketlerle tanışmışım, kim takar Osmanlı mutağını. Kahvaltıda hiç alışık olmadığım çeşit çeşit kahvealtı gevreği (cereal) vardı. ‘Rice Bubbles’ uzun bir süre benim yegani kahvealtı tercihim olmuştu. Alt tarafı sade piriç patlağıydı ama süt eklenince çıtır, çıtır sesler çıkartırdı. Eğlenceye baksana. Ankara’da alışmış olduğum haşlanış yumurta, tereyağ ve beyaz peynir karışımına hiç benzemezdi. Artık modern kahvealtı ediyordum. Çağ atlamıştık.

1960’lı yılların Türkiye koşullarını pek bilemezdim ama muhtemelen 1971 yılında Avustralya’ya göç eden vatandaşlar da çağ atlamak istiyorlardı. Biz niçin göç ettik bilemiyorum aslında. Ankara’da anne ve babamın otelcilik sektöründe işleri vardı ve benimde huzurlu bir mahalle ortamım. Sokaklarda limon, çivi, misket gibi oyunlar oynar, gazete kağıdından uçurtma yapıp uçururduk. Kış günleri Fikret Amca’nın merdivenini yürütüp yokuş aşağı kayıp, geceleri bozacıyı kollardık.


Posted

in

by

Tags:

Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *