1H – Göçmen Çocuğun Psikolojisi

Çocuklarımız için hayat kararları verirken sürekli onların psikolojilerini düsünürüz. Bu daha çok günümüz aileleri için geçerlidir sanırım çünkü 1970’li yıllarının aile yapılarında ‘psikoloji’ diye bir mevhum yoktu. O nesil, çocuğu emir kulu olarak gorürdü. ‘Acaba Tayfun’un psikolojisi bozulurmu Avustralya’ya gidersek’ gibi sorular sorulmamıştı bana. Adet değildi.

Sorulmadıda ne oldu? Benim tecrubelerimden yola çikarsak, kalıcı bir hasar olmadı diye düşünüyorum. Benim için o ilk günler ve daha sonrasi bir macera filmi gibi geçmeye devam etti ama hiçbir zaman başrol oyuncusu olamadim. Artık bu benim aile yapımlami ilgili, yoksa yeni katıldıgım toplumun beni önceden belirlediği kalıba mı sokmasıydı bilemiyorum. Bende iz bırakan belki o ilk günler olmuştu. Okulda iletişim kuramamak ve dışlanmak öfkelendirmişti beni. Kendimi ait hissetmemiştim. Tenefüslerde koskoca çim alanlarda yaşıtlarım oynarken ben siper alıp hayali makinalı tüfeğimle hepsini biçiyordum. İyiyki Amerika’ya göç etmemişiz yoksa evden gerçek AK47 kapıp okula gidebilirmişim.

Bu tramvayı hatırlıyorum ama ergen yaşlarımda benim pasif olmama katkıda bulunup bulunmadığını bilemiyorum.   Bir şekilde adapte oldum ve okul camiasında yerimi buldum ama bulduğum yer özgüven ve eşitlik üzerine kurulu bir yer değildi. Her zaman ikinci sınıf vatandaş olarak hissetik kendimizi.

Bu duruma katkıda bulunan diğer bir unsur ‘Special English’ olarak adlandırılan ek sınıflardı. İngilizce bilmeyen göçmen çocuklar için gün içerisinde ayrı bir sınıf konulurdu ve normal sınıfından çıkıp bir ders için bu sınıfa giderdim. Eminim çok iyi niyet ile sunulmuş olan bu uygulama benim için aşağılayacı ve onur kırıcı bir olaydı çünkü benim ‘farklı’ olduğumu vurguluyordu. Bir nevi daha az zeki ve özel ilgiye muhtaç.

Aslında Türkiye’de üç yıl görmüş olduğum matematik eğitimi beni Avustralya’da ilk okul son sınıfa kadar taşımıştı. Rakamların evrensel dili olduğu için bu konuda uzun süre çok başarılıydım ama Avustrualya eğitim sisteminin içine girdikce bu avantajımıda kaybettim.

Bugün ailemi Avustralya’ya getiriyor olsaydım kesinlikle çocuklarımın Türkiye’de lise birinci sınıfa kadar okuturdum. Avusturaya’da lise son sınıfı okuyup garanti istediği herhangi üniversiteye girebilirdi. Birçok ülkeye nazeren buradaki eğitim sistemi oldukca geride. Sanırım ancak üniversite seviyesinde kalite düzeliyor. Öğrenci bir nevi sistem ve kontrol düzeninden çıkmış oluyor ve üniversitede kimse onun ne giyisine, ne düşüncesine, ne de başarı veya başarısızlığına karışıyor. İşte burada kişisel seçenekler ön plana çıkıyor ve öğrencinin gerçek eğitimi başlıyor.

Üniversiteye yeni başlamıştım ve bir gün tişort ve kotumun altına takdım terlikleri evden çıkıyorum. Babam seslendi, ‘Nereye gidiyorsun öyle terlikle?’. Okula dedim. ‘Olurmu öyle şey giy ayakkabılarını, terbiyesizlik etme.’ Ama Baba hoca derse şort ve terlikle giriyor deyince oldukca şaşırmıştı. Onun gözünde ben Avustralya’nın en köklü üniversitesinde ekonomi okuyorum ve hocalar takım elbise ve cüppe ile dolaşıyor,  öğrenciler ise ütülü gömlek, pantalon ve ceket ile sıralarda dizilip not alıyor. Halbuki marka manyağı Asya’lılar dışında herkes yerli öğrenciler bildiği gibi takılıyor.

İlk okul ve benim dışlanmışlık hislerime dönersek, bir çocuk yaratıcılığı ve adaptasyon güdüsü ile bunun üstesinden de gelmiştim. Belkide gelmiş olduğum coğrafyadan kaynaklanmış olabilir ama rüşvete başvurmuştum.

Annem o dönem tuz, biber, şeker gibi maddeleri küçük kağıt poşetlere dolduran bir fabrikada çalışıyordu. Hani fast food eşliğinde verilen, veya uçakda yemek tepsisinde bulunan minik tuz, biber ve şeker porsiyonları. İşte bunlar arasında limonlu oralet tozu da vardı. Annem eve avuç dolusu getirir bende kağıt poşetleri birer birer ucundan yırtıp ağızıma bocalardım. Oralet bedavaya gelirdi ama ileri yaşlarımda bedelini gani gani dişcilere ödemiştik. 

Bu poşetler ceplerime rahat sığıyordu. Bende her sabah cepleri doldurup okulda bunları rüşvet olarak dağıtıyordum. Bir oyuna dahil etmedilermi? Cepten poşeti çıkartıp sallamam yetiyordu. Kendi çapımda ilk okulun ‘saf şeker’ babası olmuştum.

Bilindiği üzere, bağımlılık yapan madde tüccarları kendileri kullanmazlar. Ben pek bu geleneğe sadık kalamamıştım. Oralet tozu dışında, gazlı meşrubat 1970’li yıllarda evimize koli halinde teslim edilirdi. Tahta kasalar içerisinde oniki şişe karışık lezzetlerde şekerli su. Dediğim gibi, o ilk yıllarda dişcilere iyi para yatırmıştık.


Posted

in

by

Tags:

Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *